Ana Sayfa | |
| |
Kurşun Kalem - Işık Öğütçü/Nezihe Altuğ - Mart Nisan 2014 | |
ORHAN KEMAL’İN YÜZ YILLIK SERÜVENİNİ
OĞLU IŞIK ÖĞÜTÇÜ’YLE KONUŞTUK | |
| |
Türk toplumunun hâlâ devam eden sancılı değişim sürecini en iyi ele alan yazarlardan biri olan Orhan Kemal’in aramızdan ayrılışının 100. yıl dönümü. Paranın ve sermayenin el değiştirmesini toplumsal yapıdaki yansımalarıyla ele alan yazarımız, toplumsal bireyin öyküsünü en iyi anlatan kalemdi. Bu nedenle bireyin, toplumun bir yansıması olduğuna inanan insanlar için, hiçbir zaman eskimeyecektir. Ayrıca her zaman insana ve insanın değiştirme gücüne olan inancını koruyan Orhan Kemal, okura hayatın karanlık yüzlerini gösterirken, ona direnç de aşıladı. Bugün toplumcu gerçekçi yazarlarımıza ilginin gittikçe arttığını görüyoruz. Sorunlarımızı anlatan bu eserlerin çoğunda işçi-işveren, köylü-toprak sahibi, topraksız köylü, tarım ürünlerinin para etmemesi, toprağın çok çabuk el değiştirip kendi vasfından başka işlerde kullanılması var. O yazarlar, bu sorunları irdeleyip tarihe not düşmüşlerdi. Bugün sosyologlar ve tarih araştırmacıları, bilimsel kitaplar kadar bu tür toplumcu gerçekçi eserlere bir referans kitap olarak başvuruyorlar. Onlar, önümüzdeki dönemler için bunların çözümlerini arıyorlar. Orhan Kemal’in elimizdeki bu kitapları çok büyük belgeler. Onun, her gün daha da çoğalan okuyucu kitlesine bir başka pencereden, oğlu Işık Öğütçü ile Cihangir’deki Orhan Kemal Müzesinde yaptığımız söyleşisinden baktık. Orhan Kemal’i yazarken, araştırırken, Türk romancılarından “yazarlık tutumu”, “yazarlık tavrı” diyebileceğim çok şey öğrendim. Ülkenin durumu gibi olan “Yol Ayrımı” kitabıyla Kemal Tahir’den tarihe bakılabileceğini, Yaşar Kemal’den sayfalar dolusu karıncanın nasıl yürüdüğünü, kendi soluğuna, yaşadığı yörenin dilini katmasını, Tanpınar’dan bizim eşyalarımızı, bizim şehirlerimizi, bizim nesnelerimizi öğrendim. Oğuz Atay’dan, Batı’nın modernliğiyle uğraşan ve adlarına “Tutunamayanlar” denilen insanların, bu dünyada yeri olmadığını, Orhan Kemal’den ise dostlukların, küçük aile mutluluklarının, kardeşliğin, birlikte yenen yemeklerin, mahalle aşklarının tatlı dünyasıyla birlikte ekmek kavgasını öğrendim, siz oğlu olarak neler öğrendiniz? Kazakistan’ın önemli düşünürü Abay’ın sözünü daima hatırlarım: “Babanın oğlu olma, insanlığın oğlu ol.” Orhan Kemal’in oğlu mu olmak, yoksa insanlığın oğlu mu olmak gerekir? Sanıyorum, Orhan Kemal’in oğlu olmak, bu iki kavramı da içinde barındırmak demektir. Şartların oluşması ve ailenin tüm fertlerinin kenetlenmesiyle 2000 yılında açtığım Orhan Kemal Müzesi, üstadı geleceğe taşıma düşüncesini içeriyordu. Sadece müzeye gelen konuklar onu daha iyi tanısın, sanatçısına sahip çıksınlar istiyordum. Ama bu sade düşüncem yıllar içinde beni şaşırtacak, hayatımın akışını değiştirecekti. Yıllar önce baştan sona kitaplarını yeniden okuduğumda, kendisini yeni tanımaya başlayan, keşfeden bir okuyucunun heyecanını taşıyordum. Kitap sayfalarını çevirdikçe yaşayan bir Türkiye, gözlerimin önünde akıp duruyordu. Sadece yerel değil, evrensel motifleriyle her ülkenin insan öyküsünde görülen zor yaşam koşullarında verilen mücadeleyi, direnişi, hayalleri ve sevgileri görebiliyordum. Yani hepimizin yaşadığı küçük ama görkemli yaşamlar sergileniyordu onun satırlarında. Tüm insanların umutları vardı. Ulaşıp ulaşamayacakları meçhul umutlarına ve zor şartlardaki şaşırtıcı iyimserliklerine tanıklık ettim. Aç kaldıklarında onlarla birlikte tüm dünyaya haykırdım: “Ey açlık! Seni midemde, iliklerimde, kanımın yuvarlarında duydum. Ve sen, benim iyi, benim şefik ve rahim olan soyum, insan soyu, sen ebedi tokluğu fethedeceksin! ”Bugüne geldiğimizde yani 100. yaşında, üstadın gelecek kuşaklarca tanınması, okunması ve unutulmamasının ötesine geçerek onun düşüncelerinin herkes tarafından benimsenmesini, insan sevgisinden ders alınmasının bizleri zenginleştireceği inancındayım. Babamın deyişiyle ”Gerçek olan öğrenmektir. Nereden, nasıl öğrenirsen öğren. Nereden, nasıl öğrendiğin, diploman, hatta neler bildiğin de önemli değil. Ne yaptığın önemlidir.” Ne yaptığımı bilerek, sadece babamın oğlu olarak değil, insanlığın oğlu olarak çabalamak, değer bilmek beni her geçen gün üstadın insan sevgisine daha da yaklaştırıyor Ben aslında babamı 2000 yılında, müzesini açtıktan sonra daha iyi tanıdım. Onu gerçek anlamda tanıdıktan sonra benim dünyam değişti. Babamın “Bereketli Topraklar Üzerinde” kitabı 1954 yılında ilk kez yayımlandı. İkinci baskısında, kapak içi yazısında şunlar yazılıdır : “Bu kitap, kendi bilgi ve görgülerim dışında, bir lokma ekmek için kötü iş şartları içinde zehir gibi bir hayatı yaşayanlardan derlenmiş malzemeyle meydana gelmiştir. Yayımlanmadan önce, çeşitli ırgat, usta, usta yardımcısını toplayarak bir gece sabaha kadar okudum onlara. Dinlediler. Pardon, dediler, bu bu kadar olur. Bütün anlattıkların doğru… Eksik bile. Çukurova’nın bereketli topraklarında öyle işler olur ki, aklın durur. Sana anlatsak, bir değil beş roman çıkarırsın…” Gerçekten Çukurova’yı anlatan beşin üzerinde kitabı vardır. Nedim Gürsel bir yazısında, “Murtaza’yı okurken Adana’nın kenar mahallelerinde, işçi semtlerinde dolaşmayız.” der: “Orhan Kemal’in romanlarının içinde dolaşırız. Yazar bu dolaşmayı kolaylaştırdığı, okuru kendi dünyasına sokabildiği ölçüde başarılıdır. Yoksa romanın içeriği ne denli çarpıcı olursa olsun, metin röportaj düzeyini aşıp sanat yapıtına dönüşemez.” Gerçekten de iyi bir senarist onun tüm romanlarını filme dönüştürebilir. Eserleri niye bu kadar çekici? Çünkü konuları yaşamın içinden geliyor. “Arka Sokak” isimli öykü kitabı bir tarihte suçlu görülerek mahkemeye verildi. Hâkim; “Neden hikâyelerinizde hep fakir fukarayı konu alıyorsunuz?” diye sorunca, üstat da şöyle cevap vermiş: “Unkapanı’nda oturuyorum, oturduğum semtte Cibali Tütün Fabrikası var. Her gün evimin önünden, orada çalışan işçiler, memurlar geçer. Çevremde küçük esnafı, emeklileri, yaşamlarını zar zor geçiren küçük insanları görüyorum, gerçekçi bir yazar olduğum için de gördüğüm insanların hayatlarını konu eden hikâyeler yazıyorum. Zengin vatandaşların yaşayışından haberim yok.” diyerek beraat etmiş. Hayatın içinde olan yazarın, mutlaka konuları da gerçek olacaktır. “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanında “patoz” makinesinden söz edilir. Patozu yıllar önce ben gördüm. Müzede çalışan bir arkadaşımız kitabı okurken patozu görünce çok şaşırdı. “Ben köyde patozda çalıştım.” Daha bunun gibi binlerce nesneyi insanı öğrendim. On binlerce roman yazarı yaklaşık 500 yıldır tek tek insanları, toplumları ve yeryüzündeki diğer tüm varlıkları inceleyerek yüz binlerce roman kaleme aldılar. Yalnızca yazılan romanlardan yola çıkarak insanlığın inanılmaz macerasına tanık olmak artık mümkündür. Ancak romanlar rastgele okunduğunda sürdürülebilir bilgi birikimi edinmek mümkün olmayabiliyor. Bugüne kadar Türk ve dünya edebiyatında yazılan romanları ve kahramanlarını tek tek inceleyen ve okurlarına sunan bir kitap da yok, Orhan Kemal’in en çok sevdiğiniz roman kahramanı kimdir? Ağladığım kahramanım; “Bereketli Topraklar Üzerinde” nin bir veda bölümü vardır. Köse Hasan ölmek üzeredir. Kızına çok basit bir hediye almıştır. Saç tokası ile alelade bir tarak. Arkadaşlarına bunları kızına vermelerini söyler. Babam bu kısmın hikâyesini, daha sonra bir gazeteciye şöyle anlatır: “Kitabın ilk yazılışında Adana’daydım. Kafamda bu öz ve biçimi tespit etmişim de romanı yaşıyorum. Köse Hasan’ın ölüm sahnesine takılmışım. O sırada tam Seyhan kıyısındayım. Kendi kendime mırıldanarak, Köse Hasan’ın hemşerisine vasiyetini en iyi şekilde vermek için nasıl dedirtmeliyim diye, bir, beş, on tekrarlar yapıyorum. Birden istediğim klişe düştü kafama: ‘Kardaşlar, beraber tuz ekmek yedik. Ola ki, bana hakkınız geçti. Benim gücüm yok…’ falan der ya! Oralara gelince birden Köse Hasan oldum sanki. Elimde kızım için aldığım saç tokası. Hemşerilerime bunu kızıma götürmelerini vasiyet ediyorum. Öyle dokundu ki, başladım ağlamaya. Çevremde insanlar. Görmelerinden de çekiniyorum. Açtım adımlarımı, ama hemen kâğıda kaleme sarılıp o pasajı notladım.” Güldüğüm kahramanım; 'Tersine Dünya' romanı tamamıyla mizah üzerine kurulu bir romandır. Kadın ve erkeğin rol değiştirmesiyle oluşan komik durum konunun merkezidir. “Hayatta karşısına ne çıkarsa çıksın devam edebilme gücü olan ve haysiyetini koruyarak bunu becerebilen inanılmaz bir karakter Bitirim Leyla. Kimin kimi sevebileceğine ve mutlu bir hayata nasıl sahip olunacağına karar veren ölçütleri sorguluyor; sorgularken de kendisini yeniden keşfediyor. İşte bugüne ait en güçlü edebiyat karakterlerinden birisi... Bitirim Leyla’nın kocası öfkeyle bağırdı: “Tersine dünya tersine... Kart karı körpecik kocasına ihanet ediyor. Tuuu...”. Babamın her satırında bir gerçekçilik vardı. Kitaplarını okurken bazen yanlışlarını bulmaya çalışıyorum. Yanlışını mantık hatasını bile bulamıyorum. Ben onun yazdıklarını yazsaydım mutlaka bir yerlerde tıkanır kalırdım. Ama o bir kelime bir cümleyle olayı bambaşka bir yere götürüyor. Bunun için onu kıskanıyorum. Orhan Kemal’in romanları sizin hayatınızın ne kadarını içeriyor? Romanın hayatı ne kadar içerdiği sorulduğunda akla hayatı içermeyen roman var mıdır? Sorusu gelebilir siz bu konuda ne dersiniz? Şunu mu demek istiyorsunuz yaşanan şeylerin ne kadarı romanlarında vardır. Kim bir olayı başkasına anlatıyorsa, olaya kendi yorumunu katar. Bir şeyi başkalarına anlatmanın yollarından biri olan roman, romancının öznelliğiyle biçimlenir ki, herhangi bir olayı anlatan yazı biçimlerinin “olduğu gibi anlatma” şansı zaten yoktur. Şu da var. Her okur o andaki ruh haliyle olay hakkındaki öngörüsüyle ve çağrışımlarıyla algılar. Aynı olayın anlatıldığı kişiler aynı anda çok farklı imgelere ve çağrışımlara sahiptir. Bundan yola çıkarak “hayatın asla başkalarına anlatılamayacağı” sonucuna varmak, yine de çok keskin bir yargı olur. Roman zaten hayatın olaylarını anlatmak için doğmuş bir türdür. Ama hiçbir zaman yalnızca hayatı anlatmayı başardığı söylenmez. Romancı hayat olaylarını nakleden bir kişi olmamıştır. O temelde hayatı nasıl gördüğünü anlatan bir kişi olmuştur. Babam vefat ettiğinde ben on üç yaşındaydım. Çocuklar için analar, babalar çok önemlidir Onları kaybettiğinizde yerine koyacak kimseyi bulamıyorsunuz. Yıllar geçtikten sonra siz de baba oluyorsunuz. Sizin de evladınız oluyor. Annem de babam da çok zor şartlar altında yaşam mücadelesi verdi. Babam evimizi geçindirmek için sürekli gazetelerden iş almak zorundaydı. Aynı zamanda yazdıklarını yayınlatmak amacıyla da yayınevleri ile görüşürdü. Babam da annem de bizleri okutmak için inanılmaz mücadeleler verdi. Babam, çocuklarını çok severdi. Anneme ara sıra takılırdım "Anne derdim sen beni çok döverdin.". Annemden çok dayak yedim fakat babamdan bir fiske dahi yemedim. Babamın bizlere bağırmasını bile duymadım. Bunun nedenini uzaklarda aramaya gerek yok. Babamın kitaplarına baktığınız zaman onun insanlara olan sevgisini görmeniz mümkün. Bırakın çocuklarına vurmayı kendi kitaplarındaki herhangi bir kahramanına bile kıyamazdı. Ben böyle bir sevgi ortamında büyüdüm. Parasızmışsınız hiç önemli değil. Size verilen sevgi ve umut sizi yaşatıyor. Babam benim için çok önemliydi. Onu genç yaşta kaybettiğim için çok üzgünüm. Keşke yaşasaydı da şu anda aklımda kalan pek çok şeyi sorabilseydim ona. Biraz daha yaşasaydı belki bir kaç kitap daha yazacaktı. Biraz daha yaşasaydı ona çektiği acıları unutturacak maddi imkânlarımız olacaktı ve bir evlat olarak bundan gurur duyacaktım. Bunları gerçekleştirecek fırsatım olmadı, babam çok erken vefat etti. Annem seksen dört yaşına kadar yaşadı. Hiç olmazsa annemi biraz rahat ettirmeye çalıştık. Ama tabi babanın yeri bambaşka oluyor. Ergenlik ve gençlik yıllarında pek çok hata yapıyor insan. Size yardım edip size fikir verecek birilerini arıyorsunuz. Babamın kitapları ve eserleri bizler için çok önemli bir miras. Yazdıklarıyla zaten yaşıyor ama keşke biraz daha yanımızda kalsaydı. Çukurova ve “bereketli topraklar” sadece roman adı olarak kalmıyor. Yazarı, şairi, tiyatrocusu, yontucusu, gazetecisi, Akdenizlilik, sıcaklık, coşku, insan sevgisi hep bu bereketli topraklardan kaynaklanıyor. Adına bir de ödül var onun hakkında okurlara iletiniz nedir? Çukurova’da bahar harikadır sanatçısı gibi! Gök masmavi, kırmızı topraklar yemyeşildir! Değdiği yeri köz gibi yakan güneş tam tepededir… Çukurova’nın bereketli toprağına dört kilo çiğit at, seksen kilo kütlü pamuk versin…” Toprağın bu bereketi sanatçılarını yetiştirmiştir. Orhan Kemal’in ölümünden bir yıl sonra adına bir roman ödülü kondu. 1981 dışında her yıl verilen bu ödülü ilk kez, 1972 yılında hemşerisi Yılmaz Güney aldı. Orhan Kemal ödülünü alan yazarlar arasında Sevgi Soysal, Erdal Öz, Adalet Ağaoğlu, Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Selim İleri, Hasan Ali Toptaş ve onun gibi daha nice genç yazarlar… Gerçekten Bereketli Topraklar. Hanımın Çiftliği’ndeki Caner Cindoruk’un babası Zafer Doruk da Orhan Kemal Öykü Ödülü alan bir yazar. Hayatın, rastlantıların, bereketli toprakların, gücü bu. Yılmaz Güney ve sinema gibi… Türk edebiyatının klasikleri haline gelen eserleri dizileştirmek son yıllarda hayli artış gösterdi. Birkaç sezondur devam eden dizilerin yanı sıra yeni başlayan uyarlamalar da var. Üzerinde en çok konuşulan ve en ilgi çekenlerden biri de şüphesiz Orhan Kemal’in büyük eseri “Hanımın Çiftliği”. Mehmet Aslantuğ, Özgü Namal ve Caner Cindoruk’un başrollerinde oynadığı Hanımın Çiftliği dizisi Orhan Kemal’in duruşunu sergiledi mi? Eserlerinin dizileştirmesine babanız sağ olsaydı düşüncesi ne olurdu? Dizi beğenildi, ama söz söyleme hakkımız da saklı. Benim için önemli olanın Orhan Kemal’in duruşunu korumak. O dönemi filme çekmek yürek gerektiren bir şey, yapımcılara alan bırakmak gerekli. Sanırım, babam da eserlerinin dizileştirilmesine izin verirdi. Özgü Namal’ın ise rolünü iyi kotardığını düşünüyorum. Beğendim. Tabi ki kitabın mantığıyla dizi, sinema mantığı çok farklı… Kitabın kurgusu farklıdır, okuyucuya farklı bir dünya yaratır. Ama dizi sana onu sunar. Orada bazı yan unsurlar olacaktır, senaryonun gelişmesi için ileriye dönük birtakım düşünceler doğacaktır. Burada önemli olan Orhan Kemal’in düşüncesine karşıt herhangi bir düşünce yapısı olmaması. Bu tür eklemelere anlayışlı bakmak lazım. Oyuncu seçimi, oyuncuların bu kitabı çok iyi özümsemiş olması, Adana şivesiyle konuşmaları, Zaloğlu’nun hareketleri, Kemal’in ağırlığı, çok güzel karakterler. Hepsi bu heyecanı yaşıyorlar. Orhan Kemal’in bu eseri günümüze de getirilebilirdi ama o dönemi çekmek gerçekten yürek isteyen bir şey. Kitap tek partili sistemden çok partili sisteme geçişi anlatıyor. Oradaki birtakım yapıları anlatabilmek, dekoru sağlayabilmek çok büyük bir emek… Altmışlı yetmişli yılların filmleri, bahçe sinemaları o dönemin siyah-beyaz dünyasına renk ve büyü katıyordu. Halkın iki temel eğlencesinden biri sinema, öbürü de radyoydu. Bugünkü televizyon dizilerinin karşılığı, o dönemin radyosunda ‘Arkası Yarın’ ve ‘Radyo Tiyatrosu’ydu… Ve sinema… Hayal ve imgelem dünyasına sesleniyordu. Siyah- beyaz filmler, bir panayır havasında geçen yazlık sinema akşamları… En toy, en masum aşklar, en sıcak muhabbetler, dedikodular, kız beğenmeler orada yapılıyordu. Belki bugünün kuşağı, çok para kazanmak amacıyla bizi anlatmayan bunca dizi furyasından sonra, gelecekte bu dönemden sancılı bir geçiş dönemi olarak söz edecektir. Ayrıca, sinemanın anlatım dili öykünün anlatım diliyle birçok yönden örtüşüyor. Özellikle kısa filmlerin. Sessiz, çarpıcı bir görüntü, dili yerinde ve ekonomik kullanan öyküye çok benziyor. Hanımın Çiftliği Daha önce TRT’de yayımlanan versiyonuyla karşılaştırmalar yapılıyor. Sizin fikriniz ne bu konuda? Ben hep şöyle bir örnek veriyorum. Shakespeare’nin “Hamlet”i kaç kez yorumlandı? Günümüze de getirdiler, döneminde de canlandırıldı, her türlü oynandı. Orhan Kemal artık klasik bir yazar. Günümüze de getirebilirsin, kendi döneminde de yapabilirsin. TRT’nin çektiği dizinin ilk bölümünde “1960” yazar. Yer de belirtilmez. 1960 yılında herhangi bir yerdir. O öyleydi, şimdi bu dizi var. Kıyaslamayıp ikisini farklı değerlendirmek lazım. Babam şöyle bir şey anlatırdı. Kitapları basıldıktan sonra beğenenler olduğu gibi eleştirenler de oluyormuş. O da, “Kitap basıldıktan sonra eleştirmenler kitabı eleştiriyorlar, ama geç kalıyorlar. Çünkü iş işten geçmiş oluyor.” Aynı durum yeni dizi için de geçerli… Artık bu var ve biz bunu seyredeceğiz. Önemli olan Orhan Kemal’in dünya görüşünde, karakterlerin yapısında değişiklik olacak mı, ne kadar kitabı yansıtacaklar. Şu an yayımlanan, kitaplardan uyarlanmış bazı diziler kitaptan çok kopmakla eleştiriliyor. Sizce “Hanımın Çiftliği”nde aynı şey oldu mu? Dizi çekilmesi, insanların kitaplara ilgisini artırıyor mu? Kitapta olmayan bazı karakterlerin daha dizinin ilk bölümüne eklendiğini gördüm. Bu, dizinin nasıl gelişebileceğinin ipucunu verdi. Dediğim gibi, burada temeline bakmak lazım. İyi bir edebiyat uyarlaması yaptılar. O ekleme karakterler bile çok iyi oldu. Yapımcılar da bu hassasiyetimizi biliyor. Ben her fırsatta tavsiyelerimi, eleştirilerimi söyledim zaten. Bu farklı bir teknik, onlara da bir çalışma alanı bırakmak lazım, bu yüzden her şeye, “O öyle olmaz, bu böyle olmaz” diyemeyiz. Babam eserlerinin dizileştirilmesini ister miydi diye düşündüğümde isterdi diyorum. Yıllar önce, Türkan Şoray’ın oynadığı “Vukuat Var” adlı sinema filmi, iki kitabı bir buçuk saate sığdırmış. Öyle de olabilir, altmış bölümlük dizi de olur. 2000 yılından beri biz bunun mücadelesini veriyoruz. Büyük bir ivme kazandı. Şu anda Everest Yayınları bu işi başarıyla yürütüyor. Kitaplar okullarda okutuluyor, birçok baskı yapıyor. Bu sevindirici bir şey tabi… Bu dizinin olması, “Hanımın Çiftliği” üçlemesini ön plana çıkarttı. Orhan Kemal’i bir kere okuyanlar da vazgeçemeyecekler. Babama bir kere sormuşlar: “Orhan Bey, en hızlı yazdığınız eseri kaç günde bitirdiniz?”. Babam, “Vukuat Var” kitabını yirmi günde yazmış. Ve daktiloyla… Dört yüz sayfalık bir kitap. Bu nasıl bir tempodur, nasıl bir duygu selidir. “Daktilonun başına oturduğum zaman her şey bitmişti.” Diyor. Eski yazarların böyle bir özelliği var. Bazen yazıyor, beş gün ara veriyor. Bakıyorum, oturur oturmaz kaldığı yerden devam ediyor. İnsan unutmaz mı yani? Kalemiyle geçiniyordu. Çok hızlı yazmak zorundaydı. Çünkü yazdıklarıyla geçiniyorduk. İşte böyle hızlı bir tempo, böyle bir yaşam ve bu yaşamın içinde siz ayakta duruyorsunuz, kaleminizi satmıyorsunuz. Çok defa babama teklifler gelmiş, “Türkiye’de güzel şeyler de oluyor Orhan Bey, biraz da onları görüp yazsanız?” Babam mesajı alır, “Evet, ama çok sıkıntı çeken insanlar var, açlık, sefalet, işsizlik varken, ben nasıl pembe tablolar çizen roman yazabilirim ki?” dermiş. Babanızın yapıtlarında anlattığı olaylar ve yarattığı tipler, günümüzde de birebir karşılığını buluyor. Aynı ve hatta daha fazla bir yoksullukla ve geri kalmışlıkla mücadele eden bugünün Türkiye’sinde, toplumcu-gerçekçi edebiyatın deyim yerindeyse bir adım öne çıkması ve daha çok ilgi görmesi gerekmiyor mu sizce de? Orhan Kemal, bize içimizden bakıyor. Onun sıcaklığı, umudu ve iyimserliği kitaplarındaki her satırında olduğu sürece Orhan Kemal’in kitapları hep okunacaktır. Onun kitaplarında karamsarlık yoktur, karamsar neden olsun ki… Her zaman karanlıktaki bir ışığı yakalamıştır. Bundan sonrası artık okuyucuya kalmıştır. Buraya gelen pırıl pırıl Orhan Kemal hayranları görüyorum. Onlardaki aydınlığı hissedebiliyorum. Gençlerin elinde şu anda o kadar çok teknoloji var ki, gençlere her şey hazır sunuluyor. Ellerinde her şey var, sadece tek bir şeyleri yok; hayalleri yok. Hayalleri de bu kitaplardan elde edecekler. Orhan Kemal’in kitapları bu konuda gençlere yardım edecek. Hayal dediğim şey öyle hayali, havada olan bir hayal dünyası değil. Ayakları yere basan genç kuşaklara Orhan Kemal rehber olacak. Ben gençlerden her zaman umutluyum. Çocuklar umudumuzdur. Onlar okuyacaklar, onlar aktaracaklar ve Orhan Kemal nesiller boyunca hep okunacak. Bugün, dünya üzerinde de çok ünlü yazarlar yaşadıkları dönemlerde anlaşılamamışlardır. Yıllar sonra öyle bir anlaşılmışlardır ki o dönemin moda olan yazarları, moda olan sanatçıları bir anda yok olmuşlardır. Dünyada böyle olmuştur Türkiye’de de böyle olacaktır. Onun için ben sadece Orhan Kemal’i yaptığımız bu çalışmalarla görünür kılıyorum. Bugün sanatın bazı dallarında büyük emek vermiş usta isimlerin, artık sanat ortamının bozulduğu ve çirkinleştiği gerekçesiyle bir küskünlük yaşayıp kendi köşelerine çekildiklerini görüyoruz. Sizce Orhan Kemal bugün yaşasaydı, nasıl bir tavır alırdı tüm bu olanlara? Ben kendi düşüncemi söyleyeyim: Şu an benim yaptığımı yapardı, okurlarla oturur saatlerce sohbet ederdi. Gençlerle konuşmaktan mutluluk duyardı. Yine halkın içinde, halkla omuz omuza olurdu. Yine bildiği, yaşadığı gerçekleri, ama en çok ellerinde karanfille yürüyen gezi parkı gençlerinin gerçekliğini yazardı. İnsan hayatında geçmişten gelen mektuplar vardır. Sevdikleriniz sizden uzaklaştığında geriye sadece anıları kalır. Babanızın size aldığı bisiklet, annenizin sıcak kucağı, evladınızı uyutmak için söylediğiniz ninniler, şimdi çok uzaklarda kalmış olan sevgilinizle paylaştığınız duygular ve sakladığınız siyah beyaz fotoğraflara bakarken döktüğünüz gözyaşları… Bu dünyadan geçip giderken bunların hepsi yaşanmış ve bir daha yaşanmayacak anların sizde bıraktığı izlerdir. Babanızla ilgili bizimle paylaşacağınız bir mektubunuz var mı? Bursa cezaevinden anneme yazılan geçmişten gelen mektup hayatımda okuyacağım en acıklı en değerli mektubu. Bursa: 10.2.943 Canım Karıcığım! Mektubunu zevkle okudum. Ne de olsa sıkıldığını ve bu sıkıntıyı defetmek için kocana yazdığını anlıyorum. Haklısın karıcığım. Canın sıkıldıkça bana ne yazarsan yaz. Belki ferahlar, açılırsın. Genç bir kadın kocasından beş sene ayrı kalırsa çıldırmasa bile üzülür. Benim de bütün sıkıntı ve asabiyetimin sebebi senden çok uzakta olmamdır. Mamafih önümüzde bir yaz kaldı. Sonbahara yanındayım. Beş senenin acısını bol bol çıkarırız. Seni mesut etmek için elimden geldiği kadar çalışacağım. Günlerim çok soğuk ve sıkıntılı geçiyor. Bol bol okuyor ve yazıyorum. Yedi ay sonra da sana roman, hikâye, şiir okur hoşça vakit geçiririz. Ben artık eski Raşit değilim. Sinemaya seninle, kıra, bahçeye gezmeğe seninle gideceğim. Artık anladım ki sen benim yalnız karım değil, arkadaşım olacaksın. Göreceksin Nuriye ne güzel günler geçireceğiz! Sabret karıcığım… Bugün şu satırları yazarken dışarıda kar var. Hava inadına soğuk… Önümdeki mangalda ateş dolu. Mangalın kenarında çaydanlık kaynıyor. Çay içeceğiz. Ne yapalım… Bir mahpusun kış günü eğlencesi bu. Hoş, hapishanede eğlence isteyene eğlence çok. Mesela koğuşlarda kumar oynanır, esrar içilir, laklakıyat edilir, daha birçok şey. Ama ben hiçbiriyle meşgul olmam. Evvelki gece bizim yattığımız revirde iki kişi öldü. Daha evvelîsi bir kişi. Bu gece de bir başkası delirdi. Bütün bunların sebebi açlık ve sefalettir. Her şey o kadar pahalı ki bir mahpus için geçinmek dehşetli zor. Hapishanede altı yüzden çok mahpus var. Hele âdembaba denilen fakirler öyle sefil ve perişanlar ki insan onlara baktıkça bunalıyor... Bunları havadis kabilinden yazıyorum. Mektubumu bitirirken seni ve Yıldızımı öper, neşe ve sıhhatle şen olmanızı dilerim. Senin: Raşit Nezihe Altuğ- Babanızla nasıl bir ilişkiniz vardı? Kız çocukları babaya, erkekler anneye düşkün olur derler.Orhan Kemal sert bir baba mıydı? 2000 yılında yazdığım “BEN ANNEMİ ÇOK SEVDİM Onu önce, Cemile’deki küçük işçi kız olarak tanıdım. Onunla iplik büktüm Kopan iplikleri yapıştırdım Ben Cemile’yi çok sevdim. Kâtiple evlendiğinde , sevinçliydim Hapis yatarken sevdalın Bükülmedi boynun hiçbir zaman Ben annemi çok sevdim. Yıllar geçti, Kardeşlerimi dünyaya getirdin Yaşamda, yalnız bırakmadığın için Seni hep sevdim. Kasım ayının birinci gününde, Beni dünyaya getirdin Yaramazdım, kızardın, döverdin, Ama seni yine de çok severdim. Orhan Kemal’di, babam Sevgi dolu çileli bir adam Onunla yaşamı paylaşan melek anam Ben annemi daima sevdim. Babam senin için şöyle yazmış: Tekmil hayatı ıstırapla geçmiş, Yıllardır kahrımı çekmekten Usanıp yorulmayan cefakar karıma.. Ben annemi daha da sevdim. Sen rahat uyu Nurkam Sevgili kahraman anam Seni sevdiren babamı da sevdim. Ama annem, Ben en çok seni sevdim.- Işık Öğütçü
Mayıs 2006 UNUTMA! Unutma! Seni doğuran anneni, Seni emzirerek büyüteni. Unutma! Seni kucaklayanı ve masal anlatanı, Ve senin her istediğini yapanı. Unutma! Seni kollarında saatlerce sallayanı, Ve senin çok iyi bir insan olmanı isteyeni. Unutma! Bitkileri sulamayı, hayvanları beslemeyi, Ve bütün canlıları sevmeyi. Unutma! Bütün bunları yaparsan, Canlıların hepsinin seni sevdiğini. Unutma! Kitap okumayı, matematik çalışmayı, Ve gerçeklerin peşinden koşmayı. Unutma! Her zaman dürüst ve başarılı olmayı, Başarısız olsan da ders almayı. Unutma! Bunları sana öğreten, Sabırlı, fedakâr, aydın öğretmenini. Unutma! Büyüdüğün ve yaşadığın, Bu güzel ülkenin toprağını. Unutma! Bu dizeleri yazan insanı, Ve seni çok seven anne ve babanı. Unutma! Tatlı çocuğum. Unutma!” Şiirlerinde olduğu gibi en çok evde annemi gördüğümüz için anneye düşkündük. Onunla daha fazla diyalogumuz vardı. Annem ailenin yapıştırıcısıydı adeta. Her ikisine de saygım sonsuzdu. Annem vefat edene kadar hep beraberdik. Bu yaşıma rağmen gider, kucağına otururdum. 13 yaşımdan sonra, hem analık hem babalık yaptı bana. Ben evin en küçüğüydüm. En küçük demek, evin en torpillisi demektir. Ekonomik sıkıntılar Demokles’in kılıcı gibi sürekli ensemizdeydi. O kadar sıkıntının içinde ben tabii neşe kaynağıyım. Küçük çocuklar bilirsiniz düzgün konuşamaz. Bana sorarlardı: ‘Oğlum baban ne iş yapıyor?’ diye. Daktilo sesi daima kulağımda olduğu için: “Dıgıdık, dıgıdık…” derdim. Ben bunu söyleyince ailedeki herkes gülerdi. Ben sertliğini hiç görmedim. Bir gün ablam anlattı. 1950’li yıllar. Babamla ablam kol kola girmiş İstiklal Caddesi’nde yürüyorlar. Karşıdan Sait Faik çıkagelmiş. Göz kırpmış babama, ‘Kimdir bu?’ diye. “Kızım” demiş ve ayaküstü sohbet etmişler. Düşünün baba-kız ilişkisinin ne mertebede olduğunu. Babam herkesle arkadaştı.‘Çocuk psikolojisini iyi bilirdi’. Unkapanı’nda 12 yıl yaşadığımız bir ev var. Babam üst kattaki odasına kapanır, romanlarını yazardı. Ben de kapısının önüne gider, oynardım. Soluk almak için çalışmasını bıraktığında beni yanına çağırır; “Işık gel bak, kuş sana ne getirdi.” derdi. Çalışma odasındaki yatağının üzerinde duran siyah battaniyenin üstüne bir tane gofret koyardı. O gofreti zevkle yerdim. Çünkü o zamanlarda gofret sadece bayramlarda alınırdı ya da babam sürpriz yaptığında... Kaybettikten sonra onu incelemeye başlayınca değerini, büyüklüğünü anlıyorsunuz. 5 Mayıs 1970’te, sabah 5’te Bulgaristan’a gitmek üzere havaalanına gittiler. 2 Haziran’da ölüm haberi geldi. Vedalaşamadım, öpemedim. Tabii anlayamıyorsunuz, şok oluyorsunuz. Babanız gitti, gelecek işte... Hatta hâlâ bana bir sürpriz yapacak da Bulgaristan’dan çıkıp gelecek diye beklenti içindeyim. Değil tabii. Ama o bambaşka bir duygu.1970’in son aylarıydı. Divanda babam, ağabeyim oturuyor. Ağabeyim çok kitap okurdu. Benim de tembel, dalgacı bir yanım olduğunu biliyor, ‘Oğlum kitap oku’ diye bana nasihatte bulunuyor. Ben de okumamak için işi yokuşa sürüyorum. Babam bizi dinliyor. “Oğlum sana bir kitap söyleyeceğim onu oku.” dedi. Önerdiği kitap “İki Çocuğun Devriâlemi.” Babam çocuk ruhunu çok iyi anlayan bir insandı. Benim işi yokuşa sürmemi gördüğü için macera kitabı öneriyordu. Çocukluk yıllarındaki o heyecanı, serüven duygusunu o kitapta bulacağımı biliyordu. Böylelikle beni kitaba alıştıracaktı. Babam bütün çalışmasını evde yapardı. Cumartesi-pazar kesinlikle evde olurdu. Pazar günleri herkesin evde olmasını çok isterdi. Sabaha karşı 4-5’te kalkıp 10’a kadar yazısını yazardı. Sonrasında zamanı bize kalırdı. Hafta sonlarımız çok şenlikli geçerdi. Hep birlikte kahvaltımızı yapardık. Biraz cebinde parası varsa, “Nuriye bize bir çiğköfte yap.” derdi anneme. Annemden çok dayak yedim, babamdan bir fiske dahi yemedim. Kızmazdı bize. Beni kıramazdı. Sabahları Cağaloğlu’na giderdi. Ben gitmesini istemezdim. ‘Baba ne olur top oynayalım’ derdim. Annemi kaleye geçirirdik. Kâğıttan top yapardık. Kâğıtları yuvarlak hale getirir, iple bağlardık. Babam acayip çalımlar atar, ben yerlerde yuvarlanırdım. O çok güzel goller atardı. Bizim parasızlık dünyamızda bunlar mutluluk pırıltıları, neşe ışıklarıydı. Fazıl Hüsnü Dağlarca şöyle yazmış: “Uluslar büyük evlatlarıyla soluk alırlar. ”Kültürümüzü tanıtmamız bu ölümsüz sanatçıları her platformda yazmak ve konuşmaktan geçer. Engin Ardıç ise, “Yazacak, konuşulacak konu mu yok? Sen Orhan Kemal’i okuyun diyorsun. Orhan Kemal’i okumanın bütün o olup bitenlerden niçin daha önemli olduğunu anladığınız gün, Avrupa Birliği’ne de gerçekten aday olabilirsiniz.” denilen bir babanın oğlu olmak nasıl bir duygu? Onun oğlu olmakla gurur duyuyorum, ancak çok da kıskanıyorum. Çok güzel yazıyor da ondan. Bana bazen, neden sen de yazmıyorsun diye soruyorlar. Babam Nâzım Hikmet için bir gün şöyle demiş: “Önümde dağ gibi Nâzım Hikmet vardı, şair olamazdım.” Şimdi benim de önümde dağ gibi Orhan Kemal var. Ben nasıl yazayım. Okuduğum her satır o kadar muhteşem sihirli geliyor ki, hayran oluyorum. Üstadı kıskanmamak elde değil... Orhan Kemal’in 100. Yılında TÜYAP, beş şehirde temalı Orhan Kemal Sergisi ve anma etkinlikleri yapacak. İstanbul’da çeşitli özel okullarda bilgi şöleni ve törenler düzenlenecek, bazı yayın evlerinden de sürprizler var. Orhan Kemal’in yazısal yaşamının ikinci yüzyılında sizin çalışmalarınız neler olacak? Orhan Kemal’in geleceğe yönelttiği bakış açısıyla; önümüzdeki ikinci yüzyılda, geçtiğimiz yüzyılın tanıklığını yaptığı kayıp yazılarını, gün ışığına çıkarmaya devam edeceğim. İlk çıkan kitap, “Uçurum ve Röportajlar” oldu. Daha sonra “Orhan Kemal fotoğraf albümü” ve “Toksöz 1924” olacak. Daha sonra, “Orhan Kemal Bilinmeyen Öyküler” ile öykülerini, “ Orhan Kemal Yazdıklarım ve Yazılanlar” ile de mektuplarını gün ışığına çıkaracağım. Üzerinde yıllardır çalıştığım şiir ve günlüklerini derlediğim “Yazmak Doludizgin” ile “Abdulkadir Kemal Bey’in Anıları” olarak düz yazılarını, onunla yapılan röportajları ve kitaplarının eleştirilerini de “Zamana Karşı Orhan Kemal” ile “Önemli Not” da toplayacağım. Kültür Bakanlığı’na Ahmet Ümit ile birlikte hazırladığımız, “Orhan Kemal” kitabıyla onunla ilgili pek çok kaynağı da gün yüzüne çıkarmış olacağım. İkinci yüzyılında Orhan Kemal’e ve okurlarına ne söyleyeceksiniz? Beni de ne kadar severdin baba. 1966 yılında söz verdiğin bisikleti bile unutmayıp yıllar sonra aldın. Benim çocuk gözümde ne müthiş babaydın. Ben senin tüm notlarını, şiirlerini, mektuplarını, yarım kalmış eserlerini, senaryolarını, düz yazılarını derliyor ve kitap için hazırlıyorum. Kitaplarını yeni basımları için tekrar tekrar okuyorum. Her geçen gün yazdıklarına hayranlığım, tutkum bin kat artıyor. Sağlığında ağabeyimden borç alarak bir ev sahibi olabilmiştin. Yıl 2000'e geldiğinde, seni yüzyıllar boyunca yaşatmak için ailen olarak bir müze açtık. Müze açılışını eski Kültür Bakanı Sayın İstemihan Talay yaptı ve senin adını sanatınla örtüşen Beyazıt’ta İl Halk Kütüphanesi’ne vererek bir vefa örneği gösterdi. Yani yıllar sonra devlet de yanındaydı. Yabancı dildeki kitapların Kültür Bakanlığı yayınları arasında çıktı. Binlerce öğrenci müzene gelerek seni ve yaşantını yakından tanıyor. Tüm gençler güzel Türkçemizi en iyi kullanan, ufak ufacık insanları yaşatan, tüm insanlara yaşama umudu veren candan yazılarını şimdi daha çok seviyorlar. Açmış olduğum müzen ve seninle ilgili yaptığım çalışmalarla sana ve Türk halkına olan borcumu ödüyorum. Senin de inandığın ve birlikte sevdiğimiz Türk halkı; bana da “hayırlı evlat” “vefalı oğul” sıfatlarını verdi. Senin de mektubunda yazdığın gibi: “Fakir, ezilmiş, zavallı hor görülmüş halkımı ayakaltına alacak romanlaraysa milyon verseler önemli değil. Halka, halkıma inanıyorum. Her türlü geriliği, zaman zaman hainliğine rağmen, suç onun değil. Yüzyıllar boyunca ona ne verilmiş ki ondan ne isteniyor. Oyunu, kurtlarına veriyorsa suç onun mu? ’Akrep gibisin kardeşim’ de denebilir. Doğrudur ama onlar gene, her zaman her şeye rağmen haklıdırlar. Geç, güç, lakin akıllarını yavaş yavaş da olsa başlarına toplayacaklar ve bizzat kendilerinden başka onlara yar olanın bulunmayacağını anlayacaklar bir gün. Ben buna inanıyorum. Mektubundaki, insanlarımıza olan inancının ışığında bundan böyle ben de siyasete atılmak sorumluluk almak, bu güzel ülkenin candan insanlarına hizmet etmek istiyorum. Ben ve inandığın halkın sana şöyle sesleniyoruz: “İyi ki doğdun,100.doğum günün/yılın kutlu olsun! İki yüzüncü yaşında da Türk toplumunun bir aynası olacaksın baba!” 15.01.2014-İSTANBUL | |
| |
| |
| |