Ana Sayfa
 

Evrensel Kültür Dergisi - Çimen Günay Erkol - 1 Nisan 2014

   
 

Orhan Kemal'in 'edebi' romanları

 

 

 
ÇİMEN GÜNAY-ERKOL*

Adını Türkçe edebiyatın göklerine yazdırmış Orhan Kemal gibi bir yazarı anan bir yazıya "edebi"lik tartışması ile giriş yapmam yadırganabilir. Bu yazıya "edebi"lik meselesi üzerine bir tartışma açarak başlamamın sebebi, 2013 Orhan Kemal Roman Armağanının ödül töreni için konuşmamı hazırlarken denk geldiğim ve konuşmama ilham veren bir röportaj. Ünlü bir edebiyatçımızın dünyaca ünlü bir müzisyenle yaptığı ve iki ayrı gazetede aynı anda yayımlanan bu röportaj o günlerde çok ses getirmişti. Gazeteci arkadaşlar arasında tek röportajın nasıl aynı anda iki gazetede birden çıkabildiği tartışma konusu oldu; müzikle ilgilenenler röportajın belki başka noktalarına takıldılar; biz edebiyat incelemecileri/eleştirmenleri de dünyaca ünlü müzisyenin ünlü yazarımıza sorduğu sorulara aldığı cevaplara takıldık. Benim gözüme "sizin romanlarınız ne hakkında?" sorusu çarptı. Röportajı okumaya oradan başladım.
Cevap "ben edebi romanlar yazıyorum" diye başlıyordu ve yazar daha sonra birbiri ardına romanlarının konularını açıklıyordu. Ben biraz takıntılı bir insanım; bir de kindar nesil miyim neyim, kolay unutamıyorum. Bunun üzerine düşünmeye başladım. Bu "edebi roman" nasıl bir şey?
"Edebi" derken, biçimsel unsurlardan mı romanların işlediği konulardan mı söz ediyoruz? Neden yazar hemen yapıtlarının konularını açıklamaya girişiyor? Niye böyle bir giriş yapma ve konuları üzerinden romanlarını sıralama ihtiyacı hissedilmiş olabilir?
Türkçede "edebi roman" çeviri/uyarlama romanlardan farklı olarak telif bir ürünü kast eder ve aynı zamanda bir yazınsal olgunluk ifade eder. Örneğin, Ermeni harfleriyle basılan Akobi Hikayesi (1851) veya Arap harfleriyle basılan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat (1875) gibi Tanzimat döneminin melodramatik ilk Türkçe romanları için kullanılmayan bu terim, Namık Kemal'in İntibah'ı (1878) için kullanılmaktadır.
İntibah üzerine ufak bir araştırma yapacak olursanız pek çok kaynakta "ilk Türkçe edebi roman" tabirine rastlayabilirsiniz. İngilizcede ise "edebi roman" ifadesi, genellikle "çok satan" popüler romanlardan ayrılan, "edebi değeri" olan yapıtlar için kullanılıyor. Röportajda da bu ikinci anlamda kullanılmıştı.
Dolayısıyla "edebi roman" ifadesi, bu haliyle, kendi kendine edebi değer biçen bir yazarla bizi karşı karşıya bırakmanın yanı sıra, yazarın birbiri ardına kitaplarının konularını özetleme çabası içine girmesi nedeniyle, insanı yazınsal olgunluğun neyle ölçüleceği hakkında çetrefilli bir belirsizliğe sürüklüyor: bir romanı edebiyat adına "değerli" kılan şey nedir?

Edebiyat kurumunun önde gelen otoriteleri "edebi"liğin bir dil meselesi olduğunu ifade etse de, edebi olanla olmayanı ayıracak ve herkes tarafından kabul gören kesin kurallar koymak adına bir uzlaşı sağlayamıyorlar. Terry Eagleton, her zamanki şakacılığıyla insanı dolambaçlı bir labirentin ortasına bırakıverdiği "Edebiyat nedir?" başlıklı giriş yazısında edebiliği tartışmak adına önemli kanallar açar. Edebi dilin günlük dili "yoğunlaştıran" bu dilden "sistematik olarak sapan" bir dil olduğu savından hareket eden Eagleton, Rus Biçimcilerinin bu iddiasını "sözsel gösterişi olan" ama edebiyat sayılmayan sloganlar, tezahüratlar ve reklamlar vb. ile karşı karşıya getirir. Eagleton'ın edebiyat kanonlarının dinamikleri, yapıtlara atfedilen değerin zamanla değişmesi ve okurların beklenti ufku vb. gibi farklı bakış açılarından hareketle ele aldığı "edebilik" tartışması yazının sonunda ideolojiye eklemlenir. Edebiyat karşısındaki yargı ve yorumlar "katışıksız" değildir der Eagleton, ideolojiktir.

Röportaj, paradoksal şekilde, çok satanlardan ayrı tutulan kitaplara atfedilen "edebiliği" çok satan bir yazar ile doğrulamaktadır. Terimle ilgili bir diğer çelişki de bu çokluk vurgusundan doğar. Çok satanların edebi olmaktan uzaklaştığı yönünde yaygın bir kanı olsa da bunun kurallarını da netleştiremiyoruz: William Shakespeare hem çok popüler hem edebi sayılıp yılları ve kültürleri aşan bir beğeniye mazhar olabiliyor, ama bu işleyişin dinamiklerini adlandırırken zorlanıyoruz. Edebi olduğu için mi evrensel? Evrensel konulara eğildiği için mi tüm kültürler içinde kabul görebiliyor? Kültürlerin kendi içlerinde yaşadıkları dönüşümü de dikkate alacak olursak, insanların yıldan yıla "edebi'yi nasıl farklı tanımladığını da konuşmamız gerekecek. Yazarları hayattayken ne edebi ne de popüler sayılmayan pek çok yapıtın yazarlar öldükten ilgi görmesi olağan bir durum. Dolayısıyla. bu röportajdaki "ben edebi romanlar yazıyorum" cümlesi, bir edebiyat incelemecisi/eleştirmeni için karmaşık ve sancılı bir cümle.

Bu sancılı cümle nedeniyle, Orhan Kemal üzerine düşünürken kendimi yeniden bu röportajı gözden geçirirken buldum. Orhan Kemal'in yazdıklarını edebi yapan neydi? Röportajdaki gibi, yapıtların özetine sarılacaksak, Orhan Kemal'i, neo-liberal atmosferin bize kazandırdığı yeni terimlerden hareketle, "çalışan fakirlerin" yazarı olarak adlandırarak işe başlayabiliriz. Kemal'in edebiyatı, sınırlı sosyal güvenceyle ayakta kalmaya çalışan düşük gelirli insanları, memurları, tarım ve fabrika işçilerini, daha iyi iş imkanları için büyük şehirlere göç edenleri, seks işçisi olarak ayakta kalmaya çalışanları ve sokağın amansız koşullarına hapsolmuş çocukları gören ve gösteren bir edebiyattır. Uluslararası PEN'in Başkan Yardımcılığı görevini de yürütmüş olan yazar Moris Farhi, "Sessizlerin Sesi Orhan Kemal" ("Orhan Kemal the Voice of the Voiceless") başlıklı makalesinde Orhan Kemal'i "sesi çıkmayan milyarlarca "öteki" için konuşan en güçlü seslerden biri" ve "acı çeken kullarla dolu dünyanın Yeşeya'sı" diye tanımlıyor. Orhan Kemal'in hapishane notları Nâzım Hikmetle Üç Buçuk Yıl'ın İngilizce baskısı için Bengisu Rona'nın yazdığı önsöz, Kemal'in bireysel öyküsünün Türkiye'nin demokratikleşme tarihi içindeki yerini çok iyi anlatır.

Yazarların "sessizlerin sesi" olması, haksızlığa, adaletsizliğe karşı duyarlı olması, yazdıkları metni edebi yapmak için yeterli değil. Yazar ne kadar ince hassasiyetlerin insanı olursa olsun, bu saiklerle bir manifesto veya bildiri yazmaya oturmuyor, bir edebiyat metni yazmaya oturuyor. Dolayısıyla, "edebi"liği tanımlarken, metin içindeki bazı dinamiklerden, sözün güç kazandığı anlardan konuşmak gerekecek. Soğuk savaş döneminin kutuplaştırıcı atmosferinden miras kalan bir refleksle, bu gücü ararken bugün hâlâ sözün politikadan uzaklaştığı yerlere bakmaya gayret ediliyor. Ama böyle olmak zorunda değil. Eagleton'a geri dönecek olursak, edebiyat karşısındaki en rafine yargı dahi "katışıksız" değil; çünkü ideolojiyi bu beğeninin dinamiklerinden ayıklamak olanaksız. Türkiye'de uzun yıllar belli politik tavırları yansıtan bir edebiyatı öne çıkartan bir eleştiri kurumu var oldu. Şimdi edebiyat eleştirisinin kuramlarla, bilimsel veya belki yarı-bilimsel demek daha doğru, metotlarla ilerlemeye çalıştığı farklı bir iklimdeyiz. Geçmişteki tarafgirlik yanlışına düşmemek adına dikkatli davranmaya çalışırken, metinlere sinen politik duyarlılığı estetik yetkinliğe ters bir unsur olarak algılamaya itiliyoruz. Bu politik/estetik söylem çatışmasını farklı bir gözle değerlendirerek ilerlemeye çalışalım.

Ekonomik sömürüye ilişkin yaptığı bazı açık göndermeler dışında, Orhan Kemal'in yazınsal gerçekçiliği politik mesajlara rağbet etmez. O yazarın/ anlatıcının sesini kısar ve çoğunlukla yarattığı karakterleri konuşturur. Okurları nesillerdir kendisine hayran bırakan bekçi Murtaza, fabrika işçisi Cemile ve fakir ama açgözlü Avare Mustafa, Orhan Kemal'in yarattığı renkli karakterlerden sadece birkaçıdır. Bu karakterlerden bazıları günlük hayatta referans verilen simgelere dönüşmüşlerdir. Örneğin, görevini fanatikçe benimseyen ve etrafındakilere patronluk taslayan çalışkan bekçi Murtaza. "tam bir Murtaza!" sözüne ilham kaynağı olmuş ve bu karakterin adı, görevlerini fazla sahiplenerek önemsiz işlerin kölesi haline gelen insanlar için kullanılan bir takma isim haline gelmiştir. Kolektif hafızaya kazınan bu duru güç. Orhan Kemal'in zamanla kendine has bir yazınsal bakış. Fethi Naci'nin deyimiyle bir "Orhan Kemal bakışı" yaratarak kendi kuşağının en önemli isimlerinden birisi haline gelmesine yardımcı olmuştur. Bir "edebi"lik tanımı yapmak için debelenirken kaç roman karakterinin bugün bu şekilde kolektif hafızaya geçebildiğini de sorgulamak gerekmez mi?

Orhan Kemal'den geriye modern Türkiye'deki sosyal ve politik değişiminin canlı tanıklığını yapan metinler kaldı. Onun edebiyatının temel unsurlarını oluşturan sınıf çatışması ve farklı etnik gruplardan gelen kişilerin kurban haline getirilmesi gibi sorunlar bugün hâlâ geçerliliğini koruyor. Yaşam alanları AVM'lere dönüştürülmek istenen insanlarız; romanlardaki hoyrat kapitalistleşme öyküsü bugüne hiç yabancı değil. Orhan Kemal'in ruhu bugün yalnızca onlarca roman ve yüzlerce öyküyle değil, bu yapıtlarda defalarca irdelediği haksızlık ve ayrımcılık gibi sorunlara karşı yürütülen canlı mücadeleyle de aramızda dolaşıyor. "Edebiliği" tanımlarken, nesilden nesile aktarılan, tarihsel değişimlere rağmen ayakta kalan bu mücadeleye de uzanmak, üretilen dili, işaret ettiği değerlerle birlikte ele almak iyi bir fikir olabilir.
Bu değerlerin taşıdığı farkındalıkla edebiyat, insan psikolojisine ilişkin çok temel bir mekanizmaya, hazırlıklı olma ve dayanıklı kalarak direnme stratejisine eklemlenerek iyileştirici gücünü pekiştirmektedir.
Edebiyatın ve edebiliğin, insanları şaşırtan, sarsan, parçalayan ve yüzleştiren yüzü kadar birleştiren ve sağaltan yüzünün de önemli olduğunu düşünüyorum. Bu kimilerine saldırganlık, acımasızlık ve kötülük karşısında sadece illüzyondan ibaret bir kontrol mekanizması gibi görünebilir ama aslında edebiyat bize yaşamın felaketlerine direnmenin bir yolunu açıyor. Bu nedenle, edebiliği işkencecisi en acıtan yerlerine vurduğunda susmaya, az acıtan yerlerine vurdukça bağırmaya çalışan, böylece onu az acıtan yerlere yönlendirerek "yöneten" kurbanların stratejisiyle birleştirerek düşünmeye başlamalıyız.

* Özyeğin Üniversitesi
 

 

 
 
 

[email protected]