|
| |
|
ORHAN KEMAL’İN
KİTAPLARINDAN …
AVARE YILLAR…
İnsanların yüzde sekseni, ne söylediğine değil, nasıl
söylediğine bakarlar…
***
Pencereden vuran ayın kuvvetli ışığı, Güllü’nün yeşil boyalı
tahta sandığının parlak tenekelerinde kırılmıştı…
***
“Nerde küpelerin?”
“Babaannen hepsini geri aldı. Komşulardan emanet almışlar.
Babanın şerefi için, dosta düşmana karşı. Aldırma kocacığım”
dedi. “Herkes sakız çiğner ama, çingene kızı tadını
çıkarır.”
Dünyanın tadını çıkarmaya devam ettik…
***
Çok kimse kendindeki kusurun farkındadır, fakat açığa
vurmaktan çekinir. Kendindeki kusurları görebilmek bir
özelliktir, bu kusurları söyleyebilmek ikinci özellik, hele
kendisiyle alay edebilmek bir zekadır…
***
İzzet Usta;
İnsanlara kızmamaya alışın. İnsanlar kızılmaya değil,
acınmaya ve sevilmeye muhtaçtırlar. Hastasına kızmayan bir
doktor olmaya çalışın. Ekmeğinizi alnınızın teriyle kazanın,
kitaplar satın alın, bol bol okuyun. Benim kim olduğumu
öğrenip de ne yapacaksınız? Bir insan işte…
CEMİLE …
Boşnakça bir halk türküsüydü bu. Bu türküde bir Avşar
kilimindeki renklerin cümbüşü vardı. Bu türküde hasret
vardı, bu türküde arzu, bu türküde aşk.. Bu türkünün
motifleri Hint’de, Çin’de, Kazablanka’da, New York’da, Po
Vadisi’nde, Güney Amerika Bozkırları’nda, Orta Anadolu’da da
vardı. Bu türkü insanlığın hasretlerini, arzularını belirten
nakışlarla işli bir türküydü…
***
Ay benimle olduktan sonra, yıldızın kuyruğuna çarpim.
***
Her şey yalan, her şey rüya… Onun için birbirinize sahip
olun, birbirinizin kalbini kırmayın, acı söz söylemeyin,
sevin birbirinizi !...
***
Çürümüş, tahta, paslı teneke ve kerpiç yığınlarından ibaret
evleriyle işçi mahallesi sanki bir seldi, bir seldi de bu
sel, uzak, çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre
köpüre, korkunç anaforlar yapa yapa gelmiş, yıllardanberi
mahallenin nabzı gibi atan fabrikanın ağır, beyaz taşlarla
örülü, kalın sağlam ve yüksek dört duvarına yandan
yüklenmiş, ama duvarları aşamadan, takılmış kalmıştı…
***
İhtiyar Muy çalıyordu. Gusli, ormanlardan, derelerden,
çaylardan, ay ışıklarından, sevgililerden, hasretten
bahsediyordu. Gusli haykırıyor, inliyor, dişlerini
gıcırdatıyor, yas tutup neşeleniyordu. Guslide güneş, gece,
fırtına, bora, kar vardı, gusli de dün vardı, bugün vardı,
guslide keder, ıstırap, guslide sefalet vardı….
***
DÜNYA EVİ…
Mal mülk para… Kafa zenginliği olmadıktan sonra neye
yarardı?
Hiçbir zaman sadece mal, mülk düşünmemişti. Kitapları vardı.
Kitaplarının dünyasına kendini kaptırmıştı.Onlar, o
kitapları yazanlar gibi olabilmek istiyordu. Olamazmış,
önemli değildi. Günün birinde olabilmek ümidini yaşatıyordu
ya. Yetiyordu…
***
Gözlerini Atatürk’ün büyütülmüş portresine dikmişti. Göz
gözeydiler. Acıyor gibi bir hali vardı Ata’nın.
“Sen de, şu benim bugünkü durumuma düştün mü?” diye geçirdi.
Sanki, “Elbette” cevabını aldı. “Dünyanın bütün küçük
adamları bu duruma düşerler. Küçük adamlık bu demektir. Ama
bütün mesele, küçük adamlıktan kurtulmak.”
***
EKMEK KAVGASI…
Büyük üniforması içindeki Atatürk’ün tatlı mavi gözleri
yaşarmıştı. İçini çekti ve iki eliyle yüzünü kapadı…
***
BİR FİLİZ VARDI…
Gerçekçilik, içinde yaşadığın topluma yer yer ayna tutmaktan
ibaret değil ki. Asıl gerçekçilik, asıl yurtseverlik, içinde
yaşadığın toplumun bozuk düzenini görmek, bozukluğun nereden
geldiğine akıl erdirmek, sonra da bu bozuklukları ortadan
kaldırmaya çalışmak. Yurtseverlik, yurdunun insanlarını
sevmek, yani, insan gibi yaşamalarını sağlamaya çalışmak.
Buna engel olanlarla savaşmak…
***
ARKADAŞ ISLIKLARI …
Bir gün elbette kavuşacaksın ona. Allah, sevişenlerin
hasretini kıyamete bırakmaz…
***
İlyas Usta, “Gerçek olan öğrenmektir. Nerden, nasıl
öğrenirsen öğren. Nereden, nasıl öğrendiğin, diploman hatta
neler bildiğin de önemli değil. Ne yaptığın önemlidir.”…
***
SOKAKLARIN ÇOCUĞU …
Ay yükseliyor, yükseldikçe de kızıllığını yitiriyordu.
Soğuk, buz gibi, şıkır şıkır parlayarak kaçıyordu göğün
derinliğine.
Denizde gümüşten geniş bir yol, denizin karanlık sularında
şıkır şıkır bir nehir, ışıktan bir nehir gibi kımıldıyordu…
***
Ay kıpkırmızı doğuyordu. Karşı kıyılar, denizin karşı
etekleri kızıla boyanıyor, yıldızlar körleniyordu. Ayın
hızla yükselip, uzaklara gümüşten pırıl pırıl bir tekerlek
gibi kaçtığı, sonra da ağır ağır ufaldığı saatlere kadar
oturdular…
***
Sarı saçlı, mavi gözlü pipolu kaptanlar iyi olurlarmış…
Sarı saçlı, mavi gözlüler kötü olmaz…
***
“Biz mi? Atatürk çocuklarıyız!” diyecekti. Fabrikatörün
gözleri yaşaracaktı…
***
KANLI TOPRAKLAR…
Felsefe yapıyor. Ne demek o? Ne olacak? Sigara dumanlarını
ipe dizmek!...
***
Sabır ile koruk helva, dut yaprağı atlas olur…
***
Yeryüzünde insanlar ve insanların uydurma hukuku, bu uydurma
hukukun tapu senetleri yokken bu topraklar gene vardı.
İnsanlardan çok önce var olan bu topraklar, insanlardan
önce, şimdikinden çok daha şen ve esendiler herhalde. O
zamanlar da topraklar üzerinde sert rüzgarlar eserdi. Kim
bilir nerelerden aldıkları tohumları bu şen ve esen
topraklara getirip saçar, şen ve esen topraklar da onları
bağırlarına sımsıkı alarak, yağmur ve güneşin yardımıyla
çimlendirirlerdi. Çimlenen tohum boy atar, toprağın yüzüne
çıkar, ürününü vererek yeryüzünü mutlu bir kardeş sofrası
halinde bezerlerdi.
***
YALANCI DÜNYA…
Gün doğmadan meşime-i şeb’den neler doğar…
(Gün doğmadan gecenin rahminden/sonundan neler doğar)
***
KÜÇÜCÜK…
Ayten yıldız ışığında mavi mavi gülüverdi…
***
NAZIM HİKMET’LE 3,5 YIL…
Kederli, mahzun, acılı olamk için sebepler mevcuttur, fakat
ümitsiz olmak için tek bir sebep mevcut değildir.
Daha acı, daha mahzun ol, fakat sevincin ve ümidin pırıl pırıl
parlasın…
***
GURBET KUŞLARI …
Dışarıda yıldız dolu gök, göğün altında bir türkü, yumuşak bir
türkü gibi uzanan İstanbul…
***
DEVLET KUŞU …
Nurlu ışığını açık pencereden odaya boşaltan, zarif tuvalet
masasının kristal aynasında oynaşan ayı arkasında bıraktı…
***
İstanbul göklerinden telaşlı bulutlar beyaz beyaz, parça parça
geçmeye başlamıştı. Pencereyi açtı, bulutların altında yanıp
sönerek akan aya baktı…
***
Dışarda fırtına çıkmıştı. Denizin şahlandığını, kendini kaldırıp
kaldırıp kıyılardaki kayalara çarptığını duyuyordu…
***
Mahallenin arkasında koyu bir kurşunilikle uzanan, fırtınalı
günlerde mosmor şahlanarak sahil kayalarında beyaz beyaz
parçalanan denizi, çeyrek saatte bir çığlıklarla gelip geçen
banliyö trenlerini görüyordu ama neye yarardı?
***
Gözü, pencereden mahallenin arkasındaki denize gitti. Kımıltısız
mavi deniz çarşaf gibi uzanıyor, içi sanki kan dolu kocaman bir
küreyi hatırlatan güneş denizin ta ötelerinden ağır ağır
yükseliyordu…
***
Az ilerisinden ok gibi fırlayan bir tarla kuşunun hafif mavi
sisin içinde erircesine kayboluşunu seyretti…
***
Adam olmak insanın yüreğindedir!…
***
KAÇAK …
Marifet ölmemek, yaşamakta! Ölmek kolay, yaşamak zor. İnsanoğlu
zora sarılmalı. Yılmamalı kolay kolay…
***
Gökyüzünde geniş kanatlarıyla bir alıcı kuş, sanki uçmuyor,
akıyormuşçasına mavi gökten geçiyordu…
***
Beyaz perdeyi araladı. Hâlâ iri yıldızların silinip
parlatılmışlığı içindeki şıkır şıkır gökyüzüne baktı. Gecenin
büyüsü bozulmuşçasına belli belirsiz bir grilik düşmüştü koyu
karanlıklara…
***
Önce ıslak gözleriyle babasına yaş yaş baktı, sonra yağmur
bulutlarının arasından çıkıveren güneş gibi güldü…
***
MURTAZA ...
Herif bekçi değil, Türkiye Cumhuriyetini toptan disipline
sokmaya memur biri nerdeyse, bir diktatör…
***
Acımayacaksınız bize zinhar. Haçan gördünüz saplaşmışız
çamurlara, atacaksınız bir tekme de siz. Çünkü gelmez gevşetmeye
yularlarımızı. Zira düşürür iseniz kırbacınızı elinizden, geçer
kırbaç bizim elimize…
***
Vazife bir sırasında görmeyecek gözün evladını. Demeyeceksin
ciğerparem. Görmedin kurs? Almadın sıkı terbiye büyüklerinden…
***
Burada sanki demirden atlar, beton döşeme üzerinde alabildiğine
koşarlarken, öfkeli şakırtıları ile dokuma tezgâhları, döşeme,
tozlu putreller, tezgâhları başında elleri boyuna işleyen
dokumacılar, havada uçuşan pamuk tozları, her şey, herkes
titriyor, sarsılıyordu…
***
BEREKETLİ TOPRAKLAR ÜZERİNDE…..
Ya olmalı insan, vermeli canını insan için, yahut etmemeli
kalabalık dünyamızda…
***
Çukurova’da bahar harikadır. Gök masmavi, kırmızı topraklar
yemyeşildir! Çukurova’nın bereketli toprağına dört kilo çiğit
at, seksen kilo kütlü, yani tohumlu pamuk versin!
***
ESKİCİ VE OĞULLARI….
Yel kayadan ne alır ?
***
Kara gün kararıp gitmez..
***
KÖTÜ YOL….
Islak kirpikleriyle gece yarısından sonraki İstanbul’a dalgın
dalgın baktı. Evet, büyük, güzel, çok güzel bir şehirdi
İstanbul. Uçurum kenarlarında bitmiş göz alıcı çiçekler gibi.
İnsanı kendine çekiyor, sonra da uçuruma yuvarlanışına sadece
bakıyordu..
***
SERSERİ MİLYONER….
Pencereye gitti. Kalın ipek perdeleri araladı. Kristal aynada
sabah oldu…
***
KIRMIZI KÜPELER…
Ehli keyfin keyfini kim tazeler?
Taze elden, taze pişmiş, taze kahve tazeler…
***
Nargilenin şartı kaçtır? Dörttür… Meşe, köşe, maşa, Ayşe…
***
Laf lafı, laf tütün tabakasını açar. Tütün tabakası açıldığında,
çok uzun konuşmak lazımdır…
***
Acem şahı kızını ne zaman verir?
Şeş, penç, cihar haneleri üçlenende…
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|